İzmir Haberleri

İzmir’i yazmak. Yaşar Aksoy "Ege'de Zaman'da" yazdı

1968’den itibaren sürekli yazarlık, 1971’den beri de sü­rekli gazetecilik yapıyorum.. Demokrat İzmir, Yeni Asır, Star, Hürri­yet gazeteleri kırk yıldır kalem oynattığım ba­sın or­ganlarıdır, bu arada sayısız televizyon programına katıl­dım. Hep kale­mimin ucuyla kazandım.. Ama yerel yazın ha­yatımı yönlendi­ren temel duygu, İzmir sevgisi idi.. Bu yüzden yazdıklarımın ana yörüngesini İzmir oluşturdu..

Öncelikle neydi bu İzmir’i yazma heyecanım?..

İzmir’in geçmişi, tarihin derinliklerinden günümüze uza­nan uygar­lık akımlarının şaşırtıcı kaynaşmaları ile do­ludur. Asırlar bo­yunca birbiri üstüne yığılan uygarlıklar, kentin al­tında kat kat dizilip durmuşlardır. İlk İzmir kenti, M.Ö. 3000 yıllarında şimdiki Bayraklı’nın Tepekule (Hacı Musto Tepesi) denilen bölgesinde kuruldu. Tepekule’de bakır devrinden başlayarak Luwi-Lelej, İyon, Frigya, Lidya ve Pers egemenliği dönemleri, üst üste yığılmış kültür kat­ları olarak arkeoloji bi­liminin keş­fetme heyecanını tahrik etmiştir, dünyaca ünlü bi­lim ada­mımız ve sevgili dostum rahmetli Ord.Prof. Ekrem Akurgal bu ilk İzmir şehrini 50 yıl boyunca kazarak Smyrna (Eski İz­mir) ören yerini ortaya çıkardı. Vefatından sonra eşi Meral Akurgal kazılara de­vam etmektedir.

İzmir kenti, ikinci olarak M.Ö.333 yıllarında Make­donya Kralı Büyük İskender’in isteği üzerine, komutanlarından General Antigones ve Lizimak-hos tarafın­dan Kadifekale’den (Pagos Tepesi) aşağılara, de­nize uzanan alanda kuruldu. Efsanelere göre, Büyük İs­kender Kadifekale eteklerinde avlanırken uykuya dalar. Rüyasında su perilerini (Nemesis’ler) görür. Nemesis’ler, kendisine uyuduğu yörede yeni bir kent kurma­sını fısıl­darlar.

Uyanan Büyük İskender, kahine bu rüyayı da­nışır. Kahin, gerçekten burada yeni bir kent kurarsa, Bay­raklı’da denize uzanan bir yarımada üzerinde sıkışmış du­rumda yaşayan İz­mirlilerin yeni şehirde daha mutlu yaşaya­cakla­rını belirtir, rüyayı böyle yorumlar. Böylece Büyük İs­ken­der, Pers Kralı Daryüs’e karşı yaptığı fetih yolculu­ğunda İzmirlilerden yar­dım gördüğü için iki komutanını or­dugah kurduğu tepede bırakarak, yeni kentin tepeden aşağı uza­nan meyilli arazide kurulmasını emreder ve yoluna devam eder (Bu yolculuğun ileri aşamasında İskender ölecek, ge­ride bıraktığı iki komutanı hemen Helenistan’a geri döne­rek tahta çıkacaklardır, yani yeni İzmir kentinin kurulma­sına yol açan rüya, hem dünyaya yeni bir şehir armağan etmiş, hem de He­lenistik İmparatorlu­ğun geleceğini tayin etmiştir). Böylece İzmir şehrinin temelleri ikinci kez atılır.

Yüzyıllar geçer.. Bu temellerin üzerine önce Helenistik dönemin, sonra Bergama Krallığı, Roma, Bizans, Venedik-Ce­neviz Şövalyeleri, Selçuklu, Aydınoğulları Osmanlı ve yeni Türkiye Cumhuriyeti kültürleri damgasını basar.

Günümüzde İzmir, yaklaşık 5000 yıl süren bir uygarlık sentezinin mitolojik, arkeolojik, tarihi, felsefi ve sosyolojik te­meli üzerinde yaşamını sürdürmektedir.

Tartışma Konuları:

1) Tam burada iki tartışma konusu vardır. Birincisi kentin yaşı üzerinedir. 2000’li yıllarda yapılan yeni kazı­larda modern yeni kentin sınırları içindeki Çamdibi’ndeki Yeşilova Hö­yüğü’nde yapılan araştırmalar sonucunda 8000-8500 yıllarına uzanan kalıntılar bulunmuş, böylece kentin yaşının 8500 civa­rında olduğu ileri sürülmüş­tür. Bize göre bu yaklaşım abartı­lıdır, çünkü ızgara şeklindeki mimari kent planı, düz yolları, anayolu, Megaron tipi ev­leri, Athena Tapınağı, çeşmesi, efsa­nelere ve tarihi belgelere geç­miş anıları ile gerçek bir kent ola­rak İzmir kentinin başlangıç noktası Bayraklı’dır (Smyrna-Eski İzmir).. Bu kla­sik kentin yaşı da, Ord.Prof. Ekrem Akurgal’ın saptayıp, dünyaya bildir­diği gibi 5000 civarıdır.. Kentin yaşı­nın çok ötelerdeki bir hö­yükte bulunan, gelip geçici ve kimliği belli olmayan bir top­luluğun bıraktığı kalıntılarla ilintilendi­ril­mesi tutarsızdır, Ye­şilova Höyüğü’nün yaşı, ancak ve an­cak bölge tarihinin yaşını belirler, Bayraklı’daki İzmir ken­tinin değil.

2) İkinci tartışma konusu ise, geçmişinde büyük uygar­lıkların bulunduğu İzmir şehrinin özgün bir kültürel kim­liğe sahip olması sebebiyle, daima cumhuriyetçi ulusal ruha sahip olarak yüzünün çağdaş uygarlığa dönük olması yüzündendir. Bu yüzden de gerici çevrelerce “Gavur İz­mir”, ulusal kimliğe karşı işbirlikçi liberal çevrelerce “Faşist İzmir” gibi çocukları bile güldürecek suçla­malara maruz kalmaktadır, ki bu suçla­malar siyasi hesaplara dayanan ucuz yakıştırmalardır, uygar­lıklar tarihinde yerleri olamaz.

Böyle bir geçmişe sahip İzmir’in, dünyanın çeşitli coğ­raf­yalarından (Orta Asya, Anadolu içleri, Balkanlar, Kaf­kasya, Orta Doğu) kopup gelerek bu şehre yerleşmiş Türk baskın ana kimlikli topluluklar açısından bambaşka bir önemi daha var­dır.

İzmir, tarihinin derinliklerinden gelen öyküsünün en ka­ranlık işgal ve istila döneminde (1919-1922), tüm bir ulu­sun “kurtuluş simgesi” olarak belirmiştir. Kuvayı Milliye de­nilen, Yunan istilacısına karşı “ulusal direniş” hareketinin kıvılcımı İzmir’de parlamıştır. Hasan Tahsin’in ilk kurşun­larıyla tetik­lenen bu kıvılcım, müthiş bir alev olmuş, önce Ege’yi, sonra Mustafa Kemal önderliğinde tüm Anadolu’yu tutuşturmuştur. Bir İzmirli yazar olarak, ülkenin en zor anlarında dahi, her an için bu alevin halkın bağrında gürül gürül yandığını hissede­rim.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” isimli yapıtında belirttiği gibi, ne zaman Ankara Kalesi’ne baksa, kendi ha­yal aleminde Atatürk’ün Kocatepe’deki profilinin kaleye tırman­dığını görürmüş. Tanpınar, bu yakıştırmayı insan hayalinin en sırlı tarafı olarak vurguluyor. Ben de ulusal günlerimizde kurtuluş savaşımızın şanlı öyküsünden yavaş yavaş süzülüp gelerek tören alanına giren Kuvayı Milliye gazilerimizi izler­ken, şanlı kurtuluş ordumuzun süvari nal seslerinin kulakla­rımı dövdüğünü hissederim. Ardından top sesleri gümbürder. Sanki, Belkahve sırtlarından kente akmaktadır süvariler.. Şai­rimiz Nahit Ulvi Akgün ne güzel vurgular duygulu şiirinde:

Çığlıklar yükseliyor donanma geceleri içinden

O mutlu çağ gerçekten kişiye bir düş geliyor

Belkahve’den nal sesleri alkış alkış geliyor..

İzmir, ulusal kurtuluşun simgesidir.. Artık hepsi rah­mete kavuşmuş olan İstiklal Madalyalı gazilerimiz ise, İz­mir’in simgesidir.. İzmir, varoluşun ve yeniden doğuşun yaratıcısı­dır. İzmir, işgal edilmekle bir kurtuluş savaşını yaratmış, iş­galden kurtulmakla kurtuluş savaşını zaferle sonuçlandırmış­tır. İzmir’in işgali olan 15 Mayıs 1919 tarihi ile kurtuluş günü olan 9 Eylül 1922 arası, Türk halkının Emperyalizme karşı is­yanını ve şahlanışını işaret eder ve bu direnişi silin­memece­sine tarihe kazır. İzmir, bu hikaye­nin baş rol oyuncu­sudur.

Attila İlhan, ünlü yapıtı Sisler Bulvarı’nda “Dokuz Ey­lül” isimli minicik ama dev şiirinde, İzmir için savaşanları, “Bozköylü Hasan” figüründe simgeleştirirken çok şeyler fısıl­dar:

İzmir kapısını açar açmaz

Şakağına mermi çivilediler

Bozköylü Hasan’ın

Düşmedi

Öylece ayakta durur

Ayışığında baksan

Görürsün..

İzmir, Homeros’un “aşk ve şiir” kenti olduğu kadar, Bozköylü Hasan’ların “ulusal direniş ve namus” kentidir aynı zamanda. Helenistan’dan (eski Yunanistan) gelerek bir Ana­dolu şehri olan Troya’ya saldıran istilacı Akha’lara (Yunanlıla­rın ataları) karşı İzmir’de (Smyrna) milattan önce 800 yılla­rında “İlyada ve Odessa” destanlarını yaratan şair Homeros, eğer milattan sonra 20. yüzyılın başlarında Ana­dolu’da yaşasa idi, Bozköylü Hasan’ların yanında, ulusal kurtuluş destanını yazardı hiç şüphesiz..

Kentimiz, baş döndürücü bir tarihe yaslanmasına ve hal­kın direniş simgesi olmasına karşın, bağrından nice ulu­sal ya­zarlar çıkarmasına rağmen evrensel yazın dalında layık ol­duğu biçimde asla yansıtılamamıştır. Var mı, bir İzmirli Orhan Pamuk?.. İstanbul’un yazıldığı gibi İzmir’i yazabilen?..

Oysa, modern yazının en önemli belirleyici konusu kent yaşamıdır. İnsan, tüm boyutları ile kent yaşamı içinde boy gösterir. İnsanın iyi, kötü, acılı, hüzünlü, sevinçli, umutlu bi­çimleri sayısız görüntüler halinde kent içinden akıp gider. Sa­vaşları ve barışı ile yeni doğan bebekleri ve sırlarıyla ölen yaş­lıları ile kent, her gün yeniden doğar ve ölür, sonsuza uza­na­rak.. İşte bu hikaye, yazılmaz da, öyle­sine boş boş körfeze mi bakılır?..

Bazı kentler ulusların kaderine ve yurttaşların yüre­ğine önemli biçimde damgalarını basarlar. Bu yüzden Montaigne, “Beni Fransız yapan Paris’tir” dedi. Yahya Ke­mal, “İstan­bul’ suz Türk’ü anlamak kolay mı?” diye sordu.

Çağdaş yazar, güçlü edebiyatı ve bilinçli felsefesi ile hal­laç pamuğu gibi atar kentleri. Hayatı gözler önüne se­rer.. Pa­ris, Londra, New York, Roma veya Dublin ya da İr­landa kırla­rındaki bir küçük köy, dahası uzak Şili’de bir kasaba gibi nice yerleşim yerleri, usta çağdaş yazarların kalemlerinden akıp insanlığa güm güm kan (kitaplar) pompalayan yürekler gibi­dir. Türkçe yazında, en fazla işle­nen biricik kentimiz ise İstan­bul’dur.. Yahya Kemal’den Abdülhak Şinasi Hisar’a, Tevfik Fikret’ten Sait Faik’e, Hü­seyin Rahmi Gürpınar’dan Ahmet Rasim’lere, Fürüzan’a, Jak Deleon’a, Murat Belge’ye, Çetin Altan’a, Orhan Pa­muk’a, Mario Levi’ye, Mehmet Coral’a, Ahmet Ümit’e ka­dar tüm çağdaş yazarlarımız İstanbul’u edebi ruhla yaşa­mış ve yazmışlardır.

Sözü İzmir’e getirmek istiyorum.. İzmir layık olduğu bi­çimde asla yazılamadı. Ulusal yazınımızda İzmir pek yoktur. Samim Kocagöz, Attila İlhan, Salah Birsel, Necati Cumalı, Şükran Kurdakul, Tarık Dursun K., bu yetiştikleri şehir için ellerinden geleni yaptılar. Onlara şükran borçlu­yuz. Ama İz­mir bir türlü evrensel edebiyata sıçrayamadı. İzmir’de tarih vardır, mitoloji, arkeoloji, felsefe, şiir, ticaret, çeşitli kültürler, sanat, heykel, resim, politika, iç göç, kent­leşme, çağdaş yaşam gibi birçok karmaşık şey vardır, yani bir roman için, bir si­nema filmi için, bir öykü için her şey vardır, ama ne yazık ki yazın (edebiyat anlamında) yoktur. Olur mu böyle şey?.. Attila İlhan, “Tension Smyrne” isimli şiirinin açıklamasında “Ne­dense İzmir işlenmemiş ve ede­biyata aktarılmamıştır” diye açıkça yazmadı mı?… Ne diye­lim?.. “İzmir bir zamanlar gü­nahlarını kanalizasyon yo­luyla körfeze dökse dahi, hep gü­zeldi” deyip, kendimizi mi avutalım?.. Yoksa televizyonlar­daki biricik İzmir dizisi olan Kadir İnanır’ın “İzmir Çetesi” ile mi yetinelim?

Kenti sevmek, hemşehriye olduğu kadar, bu şehirde ya­şayan yazarlara da önemli görevler yükler. Bir yerel ya­zarın, örneğin benim bir sokağa ismimin verilmesi, öteki yazarın heykelinin parka dikilip sonsuza kadar anısına be­lediyece öykü günleri tertiplenmesi veya bir başka yazarın ömrü bo­yunca belediyeden danışmanlık maaşı alması çok mu önemli­dir? Eskimoyu veya Afrikalıyı bu işler çok mu ilgilendirir?.. Sen veya biz, ben, hepimiz dünya edebiyatına ne verdik?.. İşte bunu sorarlar adama, çağdaş dünyada veya küreselleşmede!

Yazın görevini yüklenenler, yazarlar, edebiyatçılar, hatta gazeteciler bu şehre hizmet ve sevgi savaşının en önündeki savaşçılar olmalıdır. Duyarak, severek, inanarak daha çok ürünler vermelerini dilerim. Haydi, bu kadar ukalalığı, Ali Sabit Bilgen’in “İzmir Akşamları” şiiri ile biti­relim ve neden bu kitabı yazdığımız konusunda biraz daha açık ipuçları verelim:

İzmir’de bu akşam deniz ufkunda şölen var

Renk cümbüşüdür şimdi uzaklarda ışıklar

Körfez yanıyor erguvan olmuş yine dağlar

Bir musiki halindedir artık o sedalar

Bir şarkının ahengini duymaktadır insan

Sandım geçiyor sevgilinin ruhu zamandan..

İnanır mısınız, bu bölümdeki yazımı 14 Kasım 1978 yılında İzmir Bayram gazetesinde yazmışım. Yalnızca buraya akta­rırken Mario Levi, Orhan Pamuk gibi güncel isimleri ek­ledim. Demek ki, 1978’den beri görüşlerim, İzmir’im ve ya­zın dünyamız pek değişmemiş.. Gel de şimdi, İzmirlilere “çağdaş­lık pozun­daki statükocular, tutucular” diyen hatta daha acı biçimde sataşan, “Faşist İzmir” diyebilen, üstelik İzmirli olan Rasim Ozan Kütahyalı gibi şaşkın liberallerin bazen doğru söyleye­bildiklerini de aklına getirme?..

Hadi dersimizi iyi çalışalım ve Rasim gibi hırçın genç­leri utan­dıralım..

Bir yanıt yazın